Gabriel García Márquez'in asıl adı “İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü” olan ancak Türkiye'de “Kırmızı Pazartesi” ismiyle basılan kitabı, Kolombiya’nın sakin bir kasabasında geçen gerçek bir cinayet öyküsünü anlatır.
Tüm kasabalıların bildiği sadece kurban giden Santiago Nasar’ın bilmediği bir namus cinayetini… Kasabalılar işleneceğini bildikleri cinayeti önlememiş sessizce oluşunu seyretmişlerdir. Yazara göre suçsuz ve bir tek kendisinin bilmediği bu cinayette Nasar, pusu kurularak öldürülür.
Tüm toplum Kırmızı pazartesi romanında yaşıyor gibiyiz. Bir tarafıyla o romandaki kasabalılarız, bir tarafıyla da Nasar’ın kaderine aday kurbanlarız. Çünkü siyasi ve ekonomik gerilimin nice cinayetlere, toplumsal cinnete uygun zemin hazırladığını görüyor, bunu engellemiyoruz. Sessiz seyrimiz, trafikte, parkta ya da eğlence mekanında katlimize ortakoluyor, bizi de bir cinayetin mağduru olmaya aday kılıyor.
Nasar’ı öldürenler, işlememiş olmakla birlikte, onu bir suçla itham ederek öldürdüler. Bizler Nasar’ın yaşadığından daha korkunç bir gerçeklikle öldürülmemiz için, bir ithama suçlamaya ihtiyaç duymayan bir canilikle karşı karşıyayız. “Şahsı tanımıyorum, canım istedi öldürdüm” diyerek işlenen cinayetlerin ülkesi olduk.
3 gün önce Başkent’te, Başkent’in elit kabul edilen semtlerinden birinde, istedikleri istek şarkıyı söylemedi diye 44 yaşında bir müzisyen, 3 kişi tarafından hunharca öldürüldü. Cinayet zanlılarının 2 tanesinin Çalışma Bakanlığında müfettiş, bir tanesinin TAİ'de çalışan bir mühendis olduğu ortaya çıktı.
Cinayet zanlılarının devlet görevlisi olmaları, bu cinayeti başkaca cinayetlerden ayıran başka bir sorunu da gün yüzüne çıkarıyor. Bu cinayetle birlikte irdelemek, şapkamızı önümüze koyup düşünmek zorunda olduğumuz, en az üç ana konu olduğunu düşünüyorum. İlki toplum olarak içine düştüğümüz ahlaki vicdani yozlaşma, ikincisi, son dönemlerde, (kanaatimce buz dağının görünen yüzü olan) devlet görevlilerinin pek çok suçun faili haline geldiklerini gösterir vakıalar sebebiyle devletin kimler eliyle yönetildiği sorunu, üçüncüsü siyasi erki elinde bulunduranların okur-yazar, aydın, sanatçı vb kesimlere karşı takındığı tavır ile kullandığı aşağılayıcı ötekileştirici dilin cinayetlerdeki rolü.
Kabul etmeliyiz ki, toplum olarak her geçen gün kriminal bir hal alıyoruz. 15-20 yıl önce çocukların, sokaklarında özgürce oyun oynadığı ülkede, aileler “etrafı surlarla çevrili” diye nitelendirdiğim korunaklı sitelerde oturmadıkları takdirde,çocuklarının evlerinin önünde oynamasına izin ver(e)miyor. Geçmişte tek başına yürüyerek gittiğimiz okullara ya imkânlarını zorlayarak servislerle ya da kendileri de o yolu çocukları ile birlikte yürüyerek okula gidip geliyorlar. Çünkü biliyoruz ve korkuyoruz. Sokakta oynayan ya da tek başına yürüyen bir çocuğun bir cani tarafından kaçırılmasından, cinsel istismara uğramasından ve en kötüsü öldürülmesinden korkuyoruz. Bunun olacağına dair yeteri kadar toplumsal olay var hafızamızda. Zayıf olan çocuğa, hedef haline getirilmesi sebebiyle bu cinayetlerin bir numaralı mağdurları olan kadınlara karşı takındığımız bu korumacı tavrı, toplumun tüm bireylerinin kendileri için geliştirmek zorunda oldukları başka bir aşamaya evrildik. Tüm toplum, ahlaki ve vicdani bir çöküşün içindeyiz. Bu çöküşten sağ salim yara bere almadan, akıl ve beden sağlığımızı koruyarak, çıkmak çok kolay görünmüyor. Ahlaki yozlaşmanın nedenleri nasılları derin analizlerin, araştırmaların ve milyonlarca kitabın konusudur elbet. Ama en özet tahlilde, eğitimsiz kalan toplumlarda bu oranın, eğitimli toplumlara oranla çok daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Bu aşamada, “nasıl bir eğitim” konusunda oldukça önemli. Hiç zaman kaybetmeden, yozlaşmanın kara deliği hepimizi yutmadan çözüm üretmeli ve hayata geçirmeliyiz.
Onur Şener cinayetinin 3 failinin 3'ünün de devlet görevlisi olması, bu cinayetteki önemli ayrıntılardan biriydi. Devlet görevlisi şahısların son dönemlerde, pek çok suçun failleri olduklarını görüyoruz. Bu üç şahıstan ikisinin de geçmişten suç kayıtları olduğu kamuoyuna yansıdı. Hatırlayınız, bir savcı ve polis memuru uyuşturucu kuryesi olmaktan tutuklandı, bir savcı, birlikte olduğu kadınları gizlice aldığı görüntülerle tehdit etmekten meslekten uzaklaştırıldı, Ankara’da terör davalarına bakan bir ağır ceza mahkemesinin başkanı, organize suç örgütü üyesi olmaktan hali hazırda ev hapsinde, el konulan uyuşturucuları imha etmek yerine paketleyip satan uzman çavuşlar 11 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bunlar sadece, tüm üzerini örtme çabalarına, basına duyurmama gayretlerine rağmen buz dağının görünen küçük bir yüzü.
Devletin kriminal bu insanları nasıl göreve aldığı, onlarca yıl nasıl çalıştığı ayrı bir araştırma ve yazı konusu. Ancak en sade vatandaşın dahi bildiği bir gerçek var ki, torpilsiz hiçbir kuruma girmek, çalışmak maalesef mümkün değil. Liyakat yerine “senin adamın benim adamım”kriteri ile yapılan bu atamaların acı yüzünü ilerleyen yıllarda daha derin yaşayacağımızı düşünüyorum. O koltukları dolduracak bilgi, birikim ve emeğe sahip olmayanlara hak etmedikleri bu unvanları verdiğinizde, hayatta her şeyi kolaylıkla elde edebileceklerini, her şeye hakları olduğunu zannediyorlar. İstek şarkıları çalınmadığı için mekan çıkışında bekleyip pusu kurarak, bir insanı, sanatçıyı öldürme hakkını kendinde görebilecek kadar.
Akıl ve vicdan haznesi bu denli boş canlıların, tüm varlık sebepleri onlara verilen o unvanlar,ötesinde yoklar. O kimliği edinmenin gereğini karşılamamış, zahmetini çekmemiş, haketmemiş oldukları için unvanlarını da, kimlikleri de, cömertçe herkese karşı kullanıyorlar.
Yasal mevzuat uyarınca, bir sanatçı konser vermek istediğinde, konser izni için başvurduğu kaymakamlık veya valiliğe sabıkası olmadığına dair sabıka kaydı, halk arasındaki tabirle temiz kağıdı vermek zorunda. Konser vermek için sanatçısından sabıkasızlık şartı isteyen devletin, geçmişte suç kayıtları olan personelle çalışıyor olması da izaha muhtaç. Bu suç kayıtları göreve atanmalarından sonra ise ihracı gerektirmemiş olabilir, ancak göreve atanmadan önceye ilişkin ise çok ciddi bir skandaldır. Kamuoyu ile bu konuda yeterli bilgi paylaşılmadığı için tam ve gerçek bilgilere vakıf olamıyoruz. Ancak tüm toplum pratikte yaşayarak vakıfız ki, kamuya atamalar maalesef liyakat hukuk ekseninde yapılmıyor. Bu durum, devletin geleceği, ülkenin kalkınması için ilk sırada çözmemiz gereken sorunlar arasında.
Son ve belki de en önemli etkene geldik. Siyasi erki elinde bulunduranların, saldırgan aşağılayıcı ötekileştirici dillerinin toplumsal cinnetteki payı. Ben bu payın sanılandan çok daha yüksek olduğu kanaatindeyim. Zira 7/24 birbirine, diğer partilerin seçmenlerine hakaret eden tehditler savuran siyasiler, toplumda “dayılaşma” ya yol açıyor. Siyasi erki elinde bulunduranların istediklerine istediği hakareti ettiği, canımızın istediği her şeyi yapma hakkına sahibiz ve bununla ilgili hukuk önünde hiç hesap vermeyiz görüntüleri, toplumdacinnet, cinayet olarak karşılık buluyor.
Diğer taraftan, bu aşağılayıcı ötekileştirici tavır kimi zaman doğrudan bir kitleyi bir meslek grubunu hedef alarak ifa ediliyor ki, bunu akılla, mantıkla, siyasetle izah etmek mümkün değil. Kendi aydınına, öğretmenine, doktoruna, sanatçısına hakaret eden, hedef gösteren ileri bir toplum gösterebilir misiniz?
Ölü bedenlerinize değil, vicdan sahibi olduğuna inandığım ruhlarınıza sesleniyorum, gelecek nesiller adına sesleniyorum, Onur Şener’in babasız kalan iki kızı adına sesleniyorum. Sessiz seyrimizle daha ne kadar izleyeceğiz ? Daha kaç Kırmızı Pazartesi’yi yaşayacağız?